Her tarafı plastik, ucuz ama benim için paha biçilemez bir fotoğraf makinem vardı. 1 TL taksitle almıştım; belki görüntüsü mütevazıydı ama bana dünyanın en özel anlarını hediye etti.
Sabaha karşı herkes uyurken, sessizliğin duvarlara çarparak yankılandığı o anlarda, makineyi duvarın kenarına koyup “15 saniyelik otomatik” ayara alırdım. Düğmeye basıp hemen o açıya koşmak… O telaşla kalbin çarpması, nefes nefese poz vermek ve sonra hiçbir fikrin olmadan beklemek… Çünkü çektiğin fotoğrafın nasıl çıktığını o an görme şansın yoktu. Ne heyecan…
Güneş ufukta ağır ağır yükselirken, Karabük Demir Çelik Fabrikalarının Amasra’daki DÇ Kampı’nın serin sabahına karışan iyot kokusu, denizin usul usul vurduğu kayalar ve gençliğin o tarif edilemez hafifliği… İşte o sabahlardan birinde çektiğim bu fotoğraf, yıllar geçse de içimde aynı sıcaklığı taşır.
O zamanlar çok şey bilmiyorduk belki ama çok güzel anlar yaşıyorduk. Dostluk dediğin şey iki kelime, üç kahkaha değil; birlikte üşümek, birlikte susmak, birlikte gülmekti… Orada tanıdığım arkadaşlıklar, zaman geçtikçe değil, hatırladıkça daha da kıymetlendi.
Ahh… Anlar ve anılar…
İnsan büyüdükçe aslında en çok geriye dönüp bakmayı öğreniyor. O sabahın soğuğu geçti, o kamp dağıldı, fotoğraf makinesi belki çoktan bir çekmecenin dibinde kayboldu… Ama o karedeki his? İşte o hiç kaybolmadı.


