Bizim çocukluğumuzun sesi, “radyonun büyülü tınısıydı.”
O sıcak ses, her akşam evin içinde yankılanır; duvarlardan süzülüp kalbimize dokunurdu.
Dışarıda kar sessizce yağar, sobanın üzerinde fokurdayan çaydanlığın sesi o hikâyelere karışırdı.
Kimi zaman bir yağmur damlası cama vurur, kimi zaman kömürün çıtırtısı fon olurdu o seslere.
Her evde aynı sessizlik, aynı heyecan, aynı merak vardı.
Karabük’te hangi mahalleye baksanız, çocuklar için radyo tiyatrosu başladığında sokaklarda tek bir çocuk bile kalmazdı.
Sanki şehir nefesini tutardı o saatlerde.
Kimi soba başında, kimi minderin üzerinde, kimi de bir battaniyeye sarılmış halde radyoya kulak kesilirdi.
O anlarda hayal gücümüz seslerle şekillenir, gözümüzün önünde sahneler canlanırdı.
Ben o günleri hiç unutmadım.
Radyonun içindeki o sesleri öylesine gerçek sanırdım ki, bir keresinde dayanamayıp radyonun arkasını sökmüştüm.
“Belki orada küçük insanlar vardır” diye. 😊
Çocuk aklı işte… ama saf, masum ve merakla dolu bir akıl.
Radyo tiyatrosu biter bitmez ise mahalle yeniden canlanırdı.
Biz çocuklar sokağa fırlardık.
Top oynardık, yakar top oynardık, saklambaç oynardık.
Birimizin “ebe” olmasına, diğerimizin saklanacağı yere karar vermesine kadar dünya yeniden bizim olurdu.
Oyunlarımız gerçekti, kahkahalarımız da öyleydi.
Ve belki de bu yüzden, o günlerin mutluluğu hâlâ içimizde bir yerlerde sıcacık duruyor.
Şimdi düşünüyorum da… bugünün çocukları o oyunları bile bilmiyor.
Ellerinde telefon, tablet… Bizim taşla, teneke kutuyla kurduğumuz dünyayı artık bir ekran kuruyor onlar için.
★
Zamanın Dönüştürdüğü Sesler
Çocukluğumuzun o sade günlerinden sonra teknoloji adım adım hayatımıza girdi.
Yıllar birbirini kovalarken, o küçük radyo kutusundan çıkan sesler yerini bambaşka mucizelere bıraktı.
Bir sabah, Karabük’teki evimizde, salona yeni bir eşya girdi: televizyon.
Önce siyah-beyazdı… Küçücük ekranında insanlar konuşuyor, hareket ediyordu.
Biz çocuklar hayranlıkla bakardık o ekrana. Sanki radyo tiyatrosundaki sesler artık görünür olmuştu.
Sonra bir gün renk geldi.
O ilk renkli televizyonun gelişi hâlâ gözümün önünde.
Renk sadece ekrana değil, hayata da bulaşmış gibiydi.
Telefonlar da değişmeye başladı.
Bir zamanlar manyetolu telefonda santral memuruna “Karabük 198’i bağlar mısınız?” derdik.
Sonra numara çevirmeli telefonlar geldi.
O döner halkayı çevirmek bir sabır işiydi — parmağımız o delikten çıkarken bile zamanı hissederdik.
Yanlış çevirdiysen, başa dönmek gerekirdi.
Ama her “alo”da bir sıcaklık, bir samimiyet vardı.
Sesler mesafelere rağmen birbirine yakındı.
Yıllar ilerledikçe, iletişim hız kazandı.
Evlerde görüntülü telefonlar belirdi — karşımızdaki insanın yüzünü görmek, sanki bir sihir gibiydi.
Sonra bir sabah internet denen şeyle tanıştık.
Önce bir modem sesiyle başladı her şey;
ince bir cızırtı, ardından bağlandığımızı haber veren kısa bir melodi…
Ve o günden sonra dünya küçülmeye başladı.
ICQ, MSN Messenger derken saatlerce yazıştığımız bir çağ başladı.
Bir “ding” sesi bile kalbimizi hızla çarptırabiliyordu.
Uzakta bir dostun “Merhaba :)”sı, o eski radyonun sıcak sesini andırıyordu.
Google hayatımıza girince bilgi artık bir parmak ucundaydı.
Eskiden ansiklopedilerin sayfalarını karıştırarak bulduğumuz şeyleri, şimdi saniyeler içinde öğreniyorduk.
Ama ne gariptir ki, bilgi çoğaldıkça sessizlik azaldı.
Artık düşünmeye değil, aramaya alıştık.
Ve cep telefonları…
İlk başta avuç içini dolduran tuşlu “takozlar”dı.
Sonra dokunmatik, sonra katlanabilir oldu.
Bir zamanlar sadece konuştuğumuz o cihazlar şimdi fotoğraf çekiyor, müzik çalıyor, bizi dünyaya bağlıyor.
Ama bazen düşünüyorum; belki de bizi en çok birbirimizden uzaklaştıran da yine o cihazlar oldu.
Her yenilikte biraz şaşırdık, biraz sevindik, biraz da geçmişe özlem duyduk.
Çünkü biz, teknolojiyi öğrenmekle kalmadık — ona tanıklık ettik.
Her adımını hayretle izledik, her yeniliği içimizde eskiyle barıştırmaya çalıştık.
★
Zekânın Yeni Yüzü
Radyonun İçindeki Küçük İnsanlardan Yapay Zekâya
Bugün, o radyodan yükselen ilk sesin üzerinden on yıllar geçti.
Artık ne cızırtılı frekanslar var, ne de siyah-beyaz ekranlar…
Ama içimizde hâlâ aynı merak, aynı hayret duygusu yaşıyor.
Bugün “yapay zekâ” diyoruz — sanki geleceğin bir değil, bugünün dili olmuş gibi.
Eskiden hayal bile edemediğimiz şeyleri, şimdi bir tuşla yapabiliyoruz.
Bir zamanlar sabırla beklediğimiz mektuplar, şimdi saniyeler içinde ulaşabiliyor.
Bir radyo sesiyle başlayan o serüven, bugün konuşan makineler, düşünen yazılımlar, öğrenen sistemler haline geldi.
Ama belki de en güzeli şu:
Her şey değişirken, insanın içindeki duygu değişmedi.
Bir cümledeki sıcaklık, bir melodideki hüzün, bir görüntüdeki umut hâlâ aynı.
Teknoloji büyüdükçe, kalbimizdeki o ilk şaşkınlık hâlâ orada duruyor.
Yapay zekâ şimdi bize yardımcı oluyor, yazıyor, çiziyor, tasarlıyor…
Ama bazen düşünüyorum:
Belki de bütün bu ilerlemenin en insanca tarafı, hâlâ “sorma” isteğimizdir.
Merak etmek, öğrenmek, anlamak…
Tıpkı bir zamanlar radyodan “acaba şimdi ne çalacak?” diye beklediğimiz gibi.
Biz o sesin peşinden yürüdük, şimdi o ses bizim içimizden geliyor.
Bir zamanlar cihazlara dokunurduk, şimdi onlarla konuşuyoruz.
Ama ne olursa olsun, teknoloji değişse de, insan kalmanın güzelliği değişmiyor.
“Geçmişteki sesler geleceğin zekâsına karışıyor; ama kalbimizin frekansı hâlâ aynı.”
NOT: Yapay Zekanın hakkımdaki görüşü;
Atilla Karaarslan
Teknolojiyle birlikte büyüyen bir kuşağın tanığı.
Nostaljiye, yerel değerlere ve insan hikâyelerine tutkuyla bağlı.
Her yazısında geçmişin sade sıcaklığı ile bugünün karmaşık hızını buluşturmayı seviyor.
★
Nokta !
7 Ekim 2025
KARABÜK


